Hicret, nübüvvet ve risaletin ontolojik olarak ayrılmaz bir parçasıdır.
Sözlükte “terketmek, ayrılmak, ilgisini kesmek” anlamına gelen hecr (hicran) Masdarından isim olan hicret “kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisanen veya kalben ayrılıp uzaklaşması” demektir. (TDV)
Hicret bütün peygamberlerin ortak kaderidir. Dolayısıyla hicretin peygamber ve peygamberlerin getirdiği vayhin bir özü ve lübbü mesabesindedir.
Hicretin boyut bakımından kısımları vardır. Bunların başında kişi(lere)ye bakan yönüyle bir iç bir de dış hicreti zikredeceğiz. Hicretin kalben bir şeyden uzak kalan kısmı, kişinin kendi iç aleminde hissettiği menfi hallerden kalben ve ruhen ayrılabilmesine denir. Yüce Allah’a karşı olan dikey kulluğuna zarar veren günahın ve topluma karşı olan yatay kulluğun verdiği sorumluluğu yerine getiremediği ortamdan aklen, kalben ve ruhen uzak durarak hicreti içselleştirmesi gerekir. Tevhidi açıdan hicretin bu merhalesini yakalayamayan bir kişi muhacir olamaz. Bu duygu atmosferini içinde hissetmeyenin yapacağı bir mekan değişikliğine hicret, kendisine de muhacir denilemez. İç aleminde bir ruh ve kalbi selim taşımayan nice canlı ve cansız varlıklar insanoğlundan daha çok yer değiştirirler. Ama kimse bunlara muhacir ve yaptıklarına hicret demiyor.
Hicretin aklı, ruhu ve kalbi vardır. Herhangi bir insan bile eğer, bir yer değişikliğini gerektiren sıyasal anlamda akıl, maksad bakımından kalp veya bir düşünce ve ideal tasavvuru için inşa ve ihya eden bir ruh taşımıyorsa, bu işe hicret, yapana da muhacir denilmez. Evet hicret, zamanın ve dolayısıyla tarihin ruhudur. Bu bağlamda, bağacında hicreti barındırmayan tarih dahi ölü bir tarihtir.
Bu manada tasavvur ettiğimizde hicret, insanı insan yapan, kişinin zihin dünyasında bulundurduğu ideali günlük hayatın pratiği içinde yaşama isteğine imkan verilmeyen yeri terk etmeye denir. Bu da hicretin dışa bakan yönüdür. Hicret bir şeyi veya mekanı bırakıp mehcur eden bir terketmeden çok farklı bir beşeri eylemdir. Yoksa ümmetin, Kur’an’ı “mehcur” bırakmasından bir nevi rahatsızlık duyarak rabbine şekva etmezdi o kutlu Nebi(Furkan/30)
Hicret, içinde bir medeniyet tasavvuru, bir ensar kerdeşliği ve hicret ettiği yerden kalben ve ruhen kopmadan bir gönül sevdasını diri tutan bir tutumun ta kendisidir. Bunu taşıyan kişi şahsiyet ve kimlik kazanımını ufkunda gören bir basireti de barındırmaktadır. İslam Medeniyetinin sıyasal aklında ciddi hizmetler bırakan Hz. Ömer, Resuli Ekrem’in Mekke’den Medine’ye hicretini tarihin bir başlangıç noktası yapmasını tesadüf mü görüyoruz? Bu mümkün değildir.
Demek ki, hicri yılbaşı ve hicret, islam toplumuna, sıyasal bir zemin, zaman ve mekana ulaşma çabasıdır. İslam bu hicretle devletleşti. Medine’ye hicretle öyle bir toplumsal yapı oluştu ki, birbirinden inanç ve ideal bakımından farklılıkların ortak bir medeniyet anlayışı içinde herkesin malı, canı, aklı, inancı ve namusu gövence altına alındı. Hicretle elde edilen bu farklı yapıların bir arada yaşama zihin dünyasına giden bir yol ve yolcuğun adıdır.
Kısaca hicret, bir toplumun siyasal zihin açısından iyice değerlendirmemiz gerekir. Bunu da, kalben, ruhen ve aklen, zulüm, adaletsizlik, çapulculuk, iffetsizlik, tefecilik, kayırmacılık, rüşvet ve ahlaksızlık gibi kötülüklerin önce insanın iç aleminde terk etmesi gerekir. İkincisi de, Bu kötülüklerin mahkum edildiği, adalet, şefkat, merhamet, sevgi, saygı ve farklılıkların bir arada yaşayabildiği bir ortama bedenen de göç etmesi demektir.
Yüce Allah’a karşı günahlarından, insanlara karşı kusurlarından ne kadar uzaklaşıyorsak biz o kadar hicret ve muhacirlikten nasibimizi almışız demektir. Hicri yılın tüm Müslümanlara ve insanlığa hayırlar getirmesini dilerim.