Erzurumlu mutasavvıf ve âlim İbrahim Hakkı'nın torunlarından Hakkı İbrahimhakkıoğlu nüktedan bir şahsiyettir. Kendisiyle ilgili bir hatırayı rahmetli Prof. Dr. Sıtkı ARAS'ın 'Bir Şehrin Ruhu' adlı eserinde okumuştum.
Hakkı bey bir gün eşine darılmış, kendini mahalle kahvesine atıvermiş. Zaman gece yarısına yaklaşıyor. Hakkı Bey oturmaya devam ediyor. Çay üstüne çay söyleyip, gitmek gibi bir niyet göstermeyince garson utana sıkıla yanına yaklaşıp şöyle diyor:
- Bey Amca, vakit geç oldu, kahveyi kapatacağım, evinize gitmeyecek misiniz?
Hakkı Bey biraz düşünüp, garsona oracıkta kendi dizdiği şu maniyle cevap veriyor:
Etme etmeyen yere
Ekme bitmeyen yere
Ayak nasıl gidecek
Gönül gitmeyen yere
Gönül gitmeyen yere ayağın gitmemesi gerçek bir azaptır ehlidil için. Bazen gitmek zorunlu olur bir yere, bir yerlere. Gelin görün ki önce gönlümüz direnir, sonra ayaklarımız. Biz hamle ettikçe, yaklarımız geri geri çeker. Ne kadar çetin bir iştir, gönlün gitmediği yere yönelmek. Oysa ki gönlün yöneldiği sevgili diyarına ayaklar yerden kesilmiş gibi koşmaz mı? Dağın ardında olsa gönlün gitmek istediği yer, her kişi bir Ferhat olur da sarılır kazma küreğe.
Güneşin ufkun arkasında istirahate çekildiği demlerde bazen balkona çıkar şehri seyrederim. Yıldızlara göz kırpmak amacıyla göğe bakmak nafiledir. Dumandan, sisten pustan olsa gerek, gök kubbe kocaman bir boşluğa dönüşmüştür, büyük kentlerde. Hele de mehtabın yüzünü görebilene aşk olsun! Böyle olunca milyonlarca yıldız gibi parlayıp sönen şehrin ışıklarına çeviririm gözlerimi. Her pencereden titrek ışıklar süzülüp çıkar göğe. Her parlayan lambanın altında ayrı bir yaşam öyküsü sahnelenmektedir, her gece.
İşte bakın on beş katlı bir siteden geceye meydan okurcasına süzülen titrek ışıklar. Biraz ötede bir gece kondu evinin zayıf, yorgun ziyası. Kulağıma farklı şeyler fısıldıyor bu ışıklar, ayrı öyküler anlatıyor bana. Her evde farklı mutluluklar, her hanede farklı sorunlar, her ışığın altında farklı hayat oyunları. Kimi evin ışıklarına vuslat şarkıları ilişip göğe sıçrıyor, kimilerine hasta iniltileri eşlik ediyor.
Akşam olmuş, evli evine köylü köyüne yönelmiştir. Acaba bu milyonluk şehirde kaç kadın, çocuk, delikanlı evine gönlünü mihmandar yaparak ulaşmıştır? Kaç erkeğin ayakları bizim Hakkı Bey’in ayakları gibi geri geri gitmiştir? Kaç insan evladının evi sevgiyle, şefkatle cennet bahçelerinden bir bahçeye dönmüş; kaçınınki hoyrat sevgisizliklerle cehennem çukuru olmuştur?
Minicik bir şefkat gülümsemesiyle mutluluk sarayına dönüştürebileceğimiz evlerimiz, ocaklarımız; sevgisizlik, anlayışsızlık, kabalıklarımızla nasıl bir işkence evine, zindana ya da mahpus damına dönüşüveriyor, görüyor musunuz?
Şu yanıp sönen ışıklar altındaki her evde her akşam bir mutluluk oyunu sahnelensin. Her gece bir vuslat gecesi olsun. Her şafağa 'seni seviyorum' besmelesiyle merhaba densin. Gözlerimizi açar açmaz ilk hatırımıza gelen sevgi, anlayış olsa, kahvaltı çayımızı muhabbetle demlesek... Sokağa asık, abus çehrelerle değil, mütebessim yüzlerle çıkıversek her sabah. Çok mu zor sizce? Mümkün değil mi yani?
Nereye gidersek gidelim, ayaktan önce gönlümüz varmalı oraya. Hele de evimize, yuvamıza.
Aksi olursa eğer, hepimiz gönlü incinmiş bir halde bu maniyi haykırmaz mıyız, gecenin sağır karanlığına:
"Ayak nasıl gidecek
Gönül gitmeyen yere?”
Vahdet Nafiz Aksu