Nebi-Resul- Nübüvvet
Tarih boyu, insanlığın toplumsal yönetim merkezini nübüvvet oluşturmuştur. Bu merkezi noktaya olan mesafe kişiyi Yüce Allah’a karşı ya asi, ya da mut’i duruma getiren en büyük kıstasdır. Bu yazımızda, Neb’i ile Nübüvvet ve Risalet kavramları arasındaki farkın anlaşılmasını çok kısa kelimelerle anlamaya çalışalım;
Geçmişte Nebi-Resul tartışması çok yapılmıştır. Kimisi Resul, kendisine yeni bir kitap ve yeni bir şeriat verilen peygambere denir, demişler.. Nebi ise; Kendisine yeni bir kitap verilmeyip, daha önce kendisine kitap ve şeriat verilen peygamberin şeriatı üzerine peygamberlik verilendir, demişler.
Aksini de iddia edenler olmuştur..Kur-an da her iki durum için de ayetler bulunmaktadır. Bu gibi teolojik tartışmaların ümmete bir fayda vermediği gibi ilmi bir getirisinin de olmadığı kanaatindeyim. Madem ki konu kelamcılar tarafından tartışılmış, öyleyse bundan kaçınmadan artık konunun teferruatıyla anlatılması, anlaşılması gerekir. Çok net olarak diyoruz ki, her iki mefhum da müteradiftirler.
Kısaca Resul; “Fe’ul” ismi failin mübalağa sığasıyla kelimenin lugat manası, ''Çokça veya tekrar tekrar haber getiren'', ismi mefulu ''Tekrar tekrar veya çokça kendisine haber gönderilen'' demektir.
Rasul kelimesinin “R-S-L” den müştak kabul edenlere göre ise, ''Birbirini takip etmek bir biri ardısıra gelmek'' manasında kabul eden alimler olmuştur. Bu da ''Ardı sıra Yüce Allah ile tekrar tekrar risale/mektup almaya gidip gelmeyi'' ifade eder.
Üzerinde durmamız gereken konu Resul-Nebi tartışmasının ötesinde bir detaya dikkatinizi çekmek istiyorum.
Eğer nübüvvet mekanizması olmasaydı, Nebi de Resul da haber getiren, ya da tüm peygamberlerin vazifeleri salt bir elçilik görevinden üteye geçmez şeklinde mana verenlere biraz malzeme çıkabilirdi. Bu bağlamda Nebi ve nübüvveti arasındaki farkı açıklamadan bu konuyu tam anlamayabiliriz. Nebi kelimesinin iyi anlaşılabilmesi için müştak olduğu kelimenin kök harflerine bakmamız şarttır. Bu arapçanın temel bir özelliğidir.
Bu bağlamda nebi Kelimesinin “N-B-E” kök harflerinden müştak(türevsel) bir yapısı vardır. Diyenler olduğu gibi, Kelimenin aslı “N-B-V” kök harflerinden müştak olduğunu söyleyenler vardır. Bu tespitime göre ise birbirine yakın mana ifade etmelerine rağmen kelimenin her iki kök harflerde kullanıldığı doğrudur.
Birincisi şahsa atıfta, ikincisi ise ünvana daha yakın bir atıfta olduğunu düşünüyorum. Nebi ve Nübüvvet Yüksek fayda sağlama manısıyla teolojik olarak aynı olsa da, kronolojik bakımından aynı değildir. Biri şahsa verilen görevi, diğeri verilen makam ve imtiyazı çağrıştırır.
1- Nebi;
“Büyük ve yüksek fayda sağlayan haber” manasına gelir. Kelimenin aslı “neb’e” şeklinde lamel-Fiili hemzeli gelir. Arapçada dilde hiffet esas olduğundan esreden hemzeye geçiş sıklet olduğundan sondaki hemze “ya”’ya kalb edilir. Kelimenin İsmi faili ve İsmi mefulu aynı olan bir kalıbı vardır. Dolayısıyla mesela ismi faili, Nebiü olması gerekirken hemza yaya kalıp olunarak nebi şeklinde yazılıp okunur. Müfredi, “nebi” çoğulu nebiyyin veya nebiyyun(Bakara/61) olarak çoğulu cem’i kille olarak gelir. Cem’i kille, üç ile on sayıları arasında geçen sayılar için kullanılır.
Nebi;
Buna göre kelime bu haliyle hem ismi fail hem de ismi meful sığasıyla sıfatı müşebbehe olan “Fe’il” şeklinde olur. “Yüksek ve büyük değer taşıyan heber veya o haberi getiren ve tebliğ eden” manasına da gelir. Bunu İsmi meful olarak değerlendirdiğimizde ise, “Yüce Allahtan gönderilmiş haber veya kendisine haber verilen” demektir. Böyle olsaydı yücelik ve üstün meziyet habere hasr edilebilir ki, onu getirene bu manada bir üstün meziyet ve imtiyazlı bir makam diye bir ayrıcalık manası çıkmayabilirdi. Ve böylece, peygamberleri salt elçiler olarak görmek isteyenlere biraz malzeme çıkabilirdi.
Kök harflerinin sonu hemze olursa manası ismi fail ve ismi mefulu işte böyledir.
2- Nübüvvet olarak zikredilen kelime “N-B-V” kök harflerinden müştak olan nübüvvet kelimesinde, haberden çok o haberi getirene verilen üstün, ayrıcalıklı kevni bir meziyeti ifade eder. Mana itibarıyla büyük, yüce, üstün ve imtiyaz manasında çekimi şöyle olur; “nebve, nübüvve ve nebave” şeklinde vavlı olarak çekilir. Yani, müfredi nebi, çoğulu enbiya (Ali İmran/112) ve mastarı nübüvvet” şeklinde gelir. Mana itibariyle de yüksek makam ve büyük imtiyaz sahibi manasına gelir. Bu böyle olunca mefhumların sıyasal ve sıtratejik manaları açısından ne ifade ettiğine bakmamız gerekir.
Toplumsal yönetimdeki siyasal tasavvur içinde konuya baktığımızda, sonu hemze ile gelen “nebi” haber manası ve görevini içerirken, “n-b-v” şeklinde sonu vavi olunca toplum içinde imtiyazlı makama gelen veya getirilen manasına gelir. İşte bu makam nübüvvet makamıdır. Bu böyle anlaşılınca, Nebi ve Resullerin elçilikten başka bir işlevi yoktur diyenlere hiç ekmek çıkmaz.
Eğer nübüvvet dediğimiz “N-B-V” kök harflerinden müştak bir nübüvvet olmamış olsaydı, onlar bazı zorlamalarla beraber kendilerine bazı kırıntı manaları bulabilirlerdi. Ama meselenin haberi içeren lamel fiili hemze olan “N-B-E” ile lamel fiili “N-B-V” şeklinde vavı olan farklı anlaşılnca, peygamberleri sıradanlaştıranlara bu manada hiç ekmek çıkmayacağı hakikatının teberrüz etiği de görülür.
Not;
“N-B-E” den müştak Nebi kelimesi cem’i kille ve cem’i müzekkeri salim kalıbıyla (Bakara/61)inci Ayetinde -nebiyyin şeklinde gelmiştir. Cem-i kille sayıları üçten ona kadar olan sayılar için zikredilir. Fakat “N-B-V” kök harflerinden müştak olan kelime ise, Cem’i teksir olarak (Ali İmran/112)inci Ayetinde geçer.. Cem’i teksir ise, on ve ondan sonra olan sayılar için kullanılır.
Bu her iki ayete baktığımızda Enbiya kelimesi nebiyyin kelimesinden daha şümulludur. Haksız yere nebilerin öldürülmesi “nebiyyin” el-hak kelimesi, lam-ı tarif alarak marife olarak zikredilmiştir. Enbiyanın ketlini anlatıldığı ayette “hak” kelimesi nekire gelmiştir. Birisinde, salt manada öldürülenler nebilerdir. Onlar da belirli, belirli peygamberlerdir. Diğerinde nebilerle beraber kimsenin göremediği nübüvvet makamını da zarara uğrattıklarını çağrıştıran bir öldürme şeklinden bahseder. Arapçada “kutile” kelimesi hem zarar ziyan için, hem de öldürme için kullanırlar. Her ikisi de Kur’an da mevcuttur
Yaptığım araştırmamda;
Kelimenin şu manaya geldiğini tasavvur etmem, ruhum üzerinde büyük bir tesir bıraktı. Melek-i Nübüvvet peygamberlere kevni olarak verilen büyük, yüksek ve imtiyazlı bir makamdır. Bu yönüyle onlar diğer kullardan ayıran özelliğin, kendilerine verilen habercilik göreviyle sınırlı olmadığını görüyoruz. Bu konuda bütün peygamberler aynıdır(Bakara/285)
Çünkü onlara verilen o nübüvvet makamı diğer insanların ilmen ve aklen ulaşamayacağı çok yüksek imtiyazlı bir makamdır. Zaten bu konuda ilmi bir tartışma olmamış ve olamaz da.
Nebi kelimesini bu şekilde iki manadaki farkı ortaya attıktan sonra, Resul-Nebi arasındaki farkı da Kur’an’ın anlatımı içinde de aynı manalara geldiğini görüyoruz. Bazen yeni bir kitap alana resul, bazen de nebi denildiği gibi aksi de mevcuttur.
Kısaca Resul ve Nebilik daha çok risalet ve haberciliği içerirken, “nübüvvet” toplumun sıyasal dediğimiz yönetimsel bir imtiyazlı makamı içermektedir.
Bu da, nübüvveti sıyasal ve sosyal açıdan inceden inceye değerlendirmeye bizi sevk eder. Kendimize bu manada bir örnek alma, hissemizin ne olduğunu öğretme açısından müthiş bir kazanımı bize kazandırdığına inanıyorum. Bu böyle olunca Peygamberleri Nebi ve Resul olarak sadece haberci, haber getirip ileten bir mistik paradoksu içinde ele almak eksik ve yanlış bir anlatım olur. Böylece meseleyi nübüvvetin tanımlamasında esas ve usul üzerinden anlamamız daha isabetli olur. Dolayısıyla nebilerin habercilikten başka olan nübüvvetin, toplumsal makamına Yüce Allah tarafından getirilmiş olduklarına inanmanın akidevi bir boyutu da vardır.
“İlahi nizam anlamında Peygamberlerin bu siyasal fonksiyonunu devre dışı bırakan her görüş eksik kalır.”
İşte İslamın temsil noktasında olan Aziz İslam Uleması, Meşayihi Kiram ve akademisyen kesimi, Nübüvvetin durduğu bu yeri tekrar, tekrar gözden geçirmeliler. Bu bağlamda, İslam’ın siyasal ve sosyal sıtratejik bakımından Kur-an’ın durduğu yerde durmak, biz inananlar için ihtiyaç değil bir mecburiyet olduğunu bilmemiz gerekir.
Kur-an’ın bu konudaki ahlakî duruşu şudur;
Yüce Allah, gönderdiği peygamberlerin sadece habercilikle görevlerini sınırlandırmamıştır.
İtaat, Allah ve Peygambere,
İttiba ise sadece Peygambere istenmesinin siyasal bir anlamı vardır. Onlara haberin/talimatın yanında malumat hakkını da vererek, onların meleke-i nübüvvetin gayret ve sa-yinin gelişmesi için tabiri caiz-se insiyatif
hakkını tanımıştır.
Bu bağlamda bize bakan diğer bir boyutu şudur;
Peygamberlere, “Meleke-i Nübüvvet” diğer insanlara da “Meleke-i beşeriyet” verilmiştir. Bundan hareketle İslamda siyasal ve sosyal alanda görev verdiklerimizi salt talimatlarla sıkı tuttuğumuzda o, insanın meleke-i beşerini köreltmiş oluruz. Siyaseten bunun çok önemli bir husus ve siyasal bir detay olduğunu tasavvur ediyorum.
Muaz bin cebel hadisesi, bunun en bariz delilidir. Kitap ve sünnette bulamadığını reyimle hüküm vereceğim demiştir. Bu isabetli anlatım için Resul-i Ekrem Allah’a hamdetmiştir. Bu manada İslam’a hizmet eden kerdeşlerimizin bu sıyasal zihin dünyasına dikkat etmeleri gerekir. Davet ve tebliğde sadece talimatla yetinmek Kur-an ahlâkına mutabık değildir.
Talimatlarla yetinenler, bununla çok büyük mesafeler katetseler de, herkesten alkış alsalar da bu iş Kur’an’a ve insanın fıtratına uygun değildir. Talimatla yönetmek, bu mitolojik olarak Kur-an ve sünnette delil bulsa da, metodolojik olarak Kur-an ve sünnette asla delili bulunamaz. Kısaca, peygamber ve ona uyan örnek sahabe nesli, başta peygamberimizin nebe’sine itaat ettikleri gibi O’nun nübüvvetine de ittiba ediyorlardı.
Dolayısıyla talimata itaat, malumata ittiba peygamberlere uymanın Kur-an'i bir emirdir. Dolayısıyla Eğer nübüvvetin verdiği meleke-i nübüvvet olmazsa peygamberlere sadece itaat etmekle yetinilmesi gerekirdi. Halbu ki peygamberlere itaat, vahy'e itaat olduğu için (iki yer hariç o da yalnız peygambere itaat) Allah’a
itaat ile beraber zikredilmiştir. Fakat Kur’an da ki ittiba emirlerinin tamamı ise sadece Peygamberler için istenmiştir.
Bunun Kur-an da istisnası da yoktur. Nebi veya Resullerin getirdiklerine itaat, nübüvvet makamına da ittiba edilir. Bu itaat ve ittibanın ikisi de Kur’an’ın emri olduğu için ikisine inanıp uymamız bize farzdır.Siz okurlarıma bu kadarını anlayıp, anlatabildim.
Bu konuda ufkumu azıcık da olsa açan Yüce Allah’a hamd olsun.